“Üzgünüm çocuklar sizler adına!” demek geldi içimden, söyleyemedim…
“Siz dışarıda bekleyin isterseniz.” diye anne babayı dışarıya davet ettim.
Çocuk öylece kalakaldı oturduğu koltukta… Kaygılı idi. Başına ne geleceğini bilememenin, ama kendinden büyük birisine de itaat etmesi gerektiğinin çelişkisi okunuyordu vücut dilinden.
Kendimi tanıttım. Güzel resim yapabildiğimden bahsettim. İsterse birlikte resim yapabileceğimizi söyledim. “Hı hı” diye başını salladı ürkekçe… Diz çökerek oturduk yere, sehpanın üzerine koyduğum kâğıda boya kalemleri ile ev yapmaya başladık…
Ben, yazı da yazabildiğimi söyledim. Çocuk, “Ben de yazıyorum, ama biraz yavaş…” dedi. “Olsun.” dedim, “Ben de önceden yavaş yazıyordum. Hem yavaş yazınca bazen daha güzel oluyor.” deyince gözlerime baktı, rahatladı. Sonra kaşlarını çatıp “Ama öğretmenimin dediğine göre hızlı yazmalıymışım. Hem ödevimi yavaş yapınca annem kızıyor.” derken, ülkemiz çocuklarının eğitim dramını anlatıyordu aslında…
İkimiz de önümüze yeni birer kâğıt aldık… Oturduğumuz yerde, benim söylediğim harfleri birlikte yazmaya başladık. Küçücük parmaklarıyla nasıl da samimi çabalıyordu; içim burkuldu…
Üç beş harf yazdıktan sonra “Ben yazı da okuyabiliyorum.” dedim. Çocuk beni duymazdan geldi. Kalemle çizgi çizmeye devam etti. İncinmişliği vardı belli ki…
“Hatta ben bu harfin hangi harf olduğunu bilebilirim.” deyince başını kaldırdı, “Ben de bilirim, o ‘A’ harfi” dedi. Cesaret kazanmıştı. Çünkü kendini zorlamayan, ona uyum sağlayan bir yetişkin vardı yanında.
“Peki, bu hangi harf?” diye sordum. Onu da bildi, diğerini de… “Hadi bu harfleri yan yana okuyalım.” dedim. Yavaş yavaş da olsa okudu. “Ne güzel okuyorsun!” dedim. Çocuk, “Ama annem sıkılıyor ben okurken. Babama diyor ki, gel şu çocuğu sen okut, yoksa ben çıldıracağım.”
Dakikalarca gözlemledim. Ne “disleksi” idi problemin adı ne de “cin çarpması”. Aklı başında, narin bir kız çocuğu ve ona hitap edemeyen yetişkinlerin çatışması vardı ortada; “beklenti çatışması”… Çocuk, kendi biyolojik ritmi ile “edinerek öğrenmeye” çabalarken, anne babanın bu hızı yavaş bulup hızlandırma gayreti, çocuğu sersemleştirmişti.
Çocuğu dışarı alıp anne babayı yeniden davet ettim. Dikkat ettim, anne babanın da biyolojik ritmi oldukça bozuktu. Baba beni dinlerken ayaklarını sallayıp duruyor, anne konuşurken hızlı hızlı ve yutarak konuşuyordu… Hâlbuki edinerek öğrenmenin en temel ilkesi; eğiticinin “sekine” hâlinde bir biyolojik ritme sahip olmasıdır.
“Aktif bir pasiflik”, eğiticinin en üstün özelliğidir.
Konuşurken, inci tanesi gibi kelimeleri tek tek çıkarmak… Yürürken, yavaş ve sükûnet içinde yürümek… Göz göze gelindiğinde, gözlerle çocuğun gözlerine dokunacak kadar sakin bakmak… İşte bunlar edinerek öğrenmenin olmazsa olmaz prensipleridir.
Kalıcı öğrenmenin önündeki en büyük engel, çocuğu hızlandırmaktır; “Hadi, hadi… Çabuk, çabuk… Herkes yaptı, bir sen kaldın.” gibi baskılar çocuğu psikolojik olarak gerdiği gibi, bilginin içselleşmesinin önünü de kapatır.
Çocuğa iyilik yapmak isteyen eğiticiler, onun biyolojik ritmine saygı duymalı. Belki kendilerinin bozulmuş olan biyolojik ritimlerini de “sekine” hâline çevirerek çocuğun karşısına çıkmalıdır. Bu bir lüks değil, çocuk hakkıdır.
Uzman Pedagog Âdem Güneş